Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD), iktidarda hangi parti olursa olsun, Cumhuriyetçi veya Demokrat fark etmez, ülkenin dış politika ajandasında, önceliklerinde, hedeflerinde, tehdit tanım ve algılarında uçurumlar, çok büyük farklar olmaz. Çok ama çok küçük, nüans derecesinde yöntem farkları olur, o kadar. Çünkü ABD Başkanı’nın, çok büyük bir inisiyatif alanı, yönelimi değiştirebilecek olağanüstü büyük gücü yoktur, hele de dış politikada.
Bu durumun farklı sebepleri vardır elbette. Devlet aygıtının, bürokrasinin gücü, kurumsal yapı, Kongre’nin etkinliği, Dışişleri Bakanlığı, Savunma Bakanlığı ve istihbarat örgütlerinin etkisi, egemen sınıfların, sermaye çevrelerinin, iş dünyasının, özellikle de lokomotif konumuyla bilinen askeri endüstriyel yapının nüfuzu belirleyicidir. Bu liste daha da uzatılabilir. Medyayı, düşünce kuruluşlarını da unutmamak gerekir.
Bu yüzden, liberaller; ABD’de Demokrat bir başkan seçildiğinde, hemen demokrasi, insan hakları, özgürlük konusunda boş hayallere kapılır, sonra da derin düş kırıklığı yaşarlar. Çünkü başkanın partisi ve kişisel tercihleri değil, ABD’nin emperyalist karakteri ve öncelikleri belirleyicidir. O nedenle ABD’nin saldırılarının, işgallerinin, teşvik ve tahrik ettiği savaşların, yaptığı darbelerin, darbe girişimlerinin, terör örgütlerine verdiği desteğin sonu gelmez. ABD’nin kendisine, bölgesine ve dünyaya bakışını, bu emperyalist karakter, buna uygun sıralanan öncelikler, hedefler belirler.
ABD’yi yöneten sınıflarda, toplumsal kesimlerde, siyasal seçkinlerde, bu dünya görüşünü belirleyen, şekillendiren, besleyen, sürekli diri tutan tarihsel, siyasal, kültürel, toplumsal, iktisadi, felsefi, ideolojik, stratejik, dinsel kalıplar, tutumlar, düşünceler, önyargılar vardır. Mesela, bunun bir kader olduğunu düşünürler, nitekim ABD literatüründe buna Manifest Destiny denir. Mesela, bunun ABD söz konusu olduğunda bir istisna olduğuna inanırlar. Buna Amerikan istisnası, siyasi istisna denir. Kendilerini üstün, seçilmiş, ayrıcalıklı bir halk olarak görürler. O nedenle dünyanın geri kalanına karşı üsttenci bakış açısıyla bakmak, doğaldır, hatta haktır onlar için. Mesela, demokrasinin tek, en iyi işleyen, en kusursuz biçiminin ABD’deki olduğunu sanırlar. O nedenle demokrasiyi son kertede Anglo Saksonlara özgü, İngilizce konuşan toplumlara has bir rejim olarak tanımlarlar. Mesela, dünyaya demokrasi, özgürlük ve insan hakları götürmenin, bunu savunmanın, bu amaçla başka ülkelere gerektiğinde saldırıp, işgal etmenin, ABD’ye tanınmış siyasi, ahlaki ve ilahi bir görev ve ayrıcalık olduğunu düşünürler. Bu nedenle devlet olarak genç yaşına karşın, ABD’nin katıldığı savaşların, yaptığı işgallerin, darbelerin, darbe girişimlerinin sayısı çoktur. 20. yüzyıl boyunca, sadece Latin Amerika ülkelerinde yaptığı darbelerin, darbe girişimlerinin sayısı bindir.
Bu emperyalist karakter, bu küstah, kibirli tutum ABD’nin davranışına öylesine sinmiştir ki, başka devletlerin, ülkelerin, ulusların, toplumların tarihi, birikimi, tecrübesi bilimsel ve entelektüel merak konusu olsa bile, onlardan yararlanmayı, ders almayı düşünmez hiçbir zaman. Bu davranış, sadece Cumhuriyetçilerde, neo con düşünceyi savunanlarda, Evanjelist inancına sahip olanlarda değil, çok daha geniş ölçekte yaygındır üstelik. ABD için iyi olanın, dünya için de iyi olacağını sanırlar. Bu yüzden ABD’nin iki stratejik ortağı, İngiltere ve İsrail’dir, bunlar dışında en yakın olduğu ülkelerin başında ise Kanada ve Avustralya gelir. Kısacası, emperyalizmi yok sayarak, ABD’yi anlamak ve onunla mücadele etmek olanaksızdır.